Kağıthane Köyü Bizans’taki Barbyzes olan derenin kenarına Pissa ismiyle kurulur. Köy ve civarında yapılan çeşitli kazılarda elde edilen bilgilere göre, köydeki yerleşimin roma dönemine uzandığı söylenebilir. Bu bölgede Roma dönemi mezar taşları çıktığı gibi, derenin Haliç’le birleştiği ve Alibeyköy deresi ile üçgen bir tepede yapılan bir temel kazısı sırasında antik çağa ait büyük bir mabet ortaya çıkartılmıştır. Söz konusu eserler halen İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.
Kağıthane tarihinin temel özelliği görkemdir. Bu görkemli geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi olan Lale Devri dönemini kapsar. Bu geçmişte Osmanlı İmparatorluğunun batılılaşma serüveninin bütün izleri de görülür. Kağıthane'nin tarihi İstanbul'un tarihi kadar eskidir. Haliç, özellikle Kağıthane deresi ve çevresi, Bizans döneminden başlayarak, İstanbul'un önemli coğrafyalarından biri olmuştur. Ne var ki Kağıthane'nin adı daima Haliç ile birlikte anıla gelmiştir. Bugün İstanbul'un ilk çekirdeği olan Byzantiyon kurulmadan önce Haliç üzerindeki ilk yerleşmenin bugünkü adlarıyla Alibeyköy ve Kağıthane derelerinin Haliç'e döküldüğü yerde Semystra altarı yanında kurulduğuna dair Bizanslı Dionisos'un naklettiği bir söylence vardır ve tarihi kaynaklar Bizanslı Dionisos'un naklettiği söylentiyi doğrulamaktadır.
İstanbul surlarının yakın çevresinde kurulan köylerden biri olan Kağıthane'nin tarih sahnesine çıkışı ilk kez 626 yılına rastlar. Bu tarihte Avarlar'ın İstanbul'u kuşatması sırasında avar hanı daha çok slav kavimlerinden oluşan birliklerini Kağıthane'de konuşlandırmış, Kağıthane deresinin halice döküldüğü yerde kayıklardan kurulu bir hücum filosu oluşturmuştu. İstanbul'u savunan Patricius Bonus, Avar halkının bu planını öğrenince ani bir baskınla bu filoyu yok etmişti.
Bazı tarih kaynaklarında ise buradaki kağıt imalathanesinin çok daha eskilere dayandığı, İstanbul'un fethi sırasında burada zaten bir kağıt değirmeninin var olduğu ve bu değirmenin II. Beyazid dönemine kadar çalıştığı yazılıdır. Evliya Çelebi 17. y.y.'da Kağıthane ve çevresine tanıklık ederken, burada harap durumda bir Kağıthane'nin bulunduğunu yazmıştır. Öte yandan İstanbul'un fethinden sonra Kağıthane sarayın ve İstanbul halkının gereksinimi olan sebze ve sütün bir bölümü buradaki ağıl ve bostanlardan sağlanmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman Kağıthane'nin mesiresini görünce çok beğenmiş, avlanmak ve dinlenmek için sık sık buraya gelmeye başlamış. II. Beyazid döneminde yapılan Baruthaneyi kagir olarak yeniletmiştir. Kağıthane, suyunun bol oluşu nedeniyle Kanuni ile birlikte hem bir mesire , hem toplantı yeri, hem de o döneme göre bir sanayi bölgesi oldu. XV. yüzyıldan başlayarak, doğal güzellikleri ve koruları ile ünlenen Kağıthane, çok sevilen bir eğlence yeri haline gelmiş ve bu özelliğini uzun yüz yıllar korumuştur. XVII. yüzyılın ünlü şairi Nefi'nin şu beyti Kağıthane’nin o yüzyıldaki kimliğini sergilemektedir:
" Mahşer olmuş sahn-i Kağıthane Dünya buradadır. Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır."
O yıllarda Kağıthane’de; Lale tarlaları, havuzlar, fıskiyeler ve renk renk görünen Köşkler birbirini tamamlayan unsurlardı. Göz kamaştıran Kağıthane bahçe ve Kasr’larının öyküleri, halk arasında türlü dedikodulara yol açmış, bilhassa eğlencelerin alıp yürümesi, hoşnutsuzluklara, eleştirilere neden olmuştur. Edebiyatımıza da konu olan bu görünüm ve yapıtlar Patrona Halil İsyanı’nda yıkılarak düz bir alan haline getirilmiştir. Kağıthane eğlence merasiminin zamanı İlkbahardı. Hıdırellez’den itibaren Halk kayıklarla, arabalarla tatil günlerinde bu yöreyi doldururdu.
Nitekim Haliç’e doğru Kağıthane ve Alibeyköy dereleri kıyılarında devletçe parsellenerek, devrin ileri gelenlerine verilen arazide yaptırılan ve sayıları 170’i aşan birbirinden zarif Köşk ve güzel bahçelerle Kağıthane bir yazlık dinlenme sitesi haline gelmişti. Halkın kullandığı geniş mesire çayırlıklarıyla kuşatılan bu kasırlar topluluğu, Sadabad Sarayı ve bahçesiyle birleşerek Haliç’ten Kağıthane köyüne kadar birbirinden güzel bir dizi peyzajı içeren bir bahçe ve su şehri oldu.
Böylece Osmanlı tarihi içinde peyzaj mimarlığı yönünden kentin belli bir kesimi planlı bir biçimde ve kısa bir zaman süresinde rekreasyon amacıyla geliştirilmesi gibi bir olgu ile karşılaşmaktayız. Bu gelişmenin olduğu “Lale Devri”nde doğa ve bahçe tutkusu sınırlarını aşarak halka kadar ulaştı. O devirde genel kültürümüzün çeşitleri sanat bölümlerindeki gelişmeler bahçe sanatı da önemli bir yer almıştır.
Kağıthane’nin en önemli tanıklarından biri de Şair Nedim olmuştur. Onun meşhur şiirinden bir dörtlük şöyledir:
“Bir sefa bahşedelim gel şi Dil-i naşade, Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a, İşte üç çifte kayık iskelede amade, Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a.”
Doğal bir çayırlık olan Kağıthane; vadi tabanı, su kıyısı ve vejetasyonun da bir kordon gibi dere boylarını takip etmesi ile ortaya çıkan bir görünümdeydi. Gürgen, çınar, kızılağaç, söğüt, ardıç ağaçlıklarının doğal olarak kümelenmiş vadiyi kuşatan dik sırtlar ve tepeler, maki vb. toplulukları ile kaplı idi. Bodur, yaprağını dökmeyen meşe, yabani sakız, funda, defne, Laden, kocayemiş,katır tırnağı, ateş dikeni,erguvan, çeti vb. çoğunluğunu her dem yeşil makiler teşkil ettiği bu gümrah dokuya yer yer Belgrat ormanlarının uzantısını oluşturan yapraklı orman ağaçları hatırlatılırdı.
Derenin adı ise Barbyzes'tir. Bizans döneminde Kağıthane vadisi ormanlıkları, av sahası; dere kıyılarındaki geniş çayırlıklar ise mesire alanı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca Pissa köyü ile Haliç arasında kalan bölgede dere kıyısında bir kaç tane kağıt imal atölyeleri bulunmaktadır. Osmanlı döneminde de Kağıthane vadisi, av sahası ve mesire alanı olarak kullanılmaya devam eder. Buradaki Bizans kağıt atölyelerinden dolayı köy ve dere "Kağıthane" diye anılmaya başlar. Kağıt atölyelerinin II. Beyazıt dönemine kadar kullanıldığı sanılmaktadır. Yine II. Beyazıt tarafından Kağıthane'ye (dere kenarına) bir baruthane kurulur. Geniş ve niteliği yüksek çayırları nedeniyle sarayın atları burada otlatılmaya başlanır.
Saray ahırlarının ve hayvanlarının sorumlusu "Mir-i Âhur" un makam köşkü Kağıthane'ye kurulur. Saray ahırları ve saraya ait çayırlıklar da buraya alınır. Atların çayıra çıkma mevsiminde Mir-i Âhur köşkünde padişaha ziyafet verilmesi kanun gereğidir. Kağıthane Baruthanesi, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yangına karşı önlem olması açısından kagire çevrilir, kubbesi de kurşunla kaplatılır.
İstanbul üzerine çeşitli eserler yazmış olan Doğan Kuban, özellikle İstanbul'un tarihi yapısı eserinde kentin gelişimini genel çizgileriyle betimlemekte, bu arada Kağıthane'yi de bu tarihi gelişimin içine oturtmaktadır. Üçüncü Ahmet devri bu gün ancak çok soluk hatıralarını görebildiğimiz bir İstanbul yaratmıştır. İmparatorluk nıspi bir sulh devresine girmişti. Osmanlı dünyasına batıya şimdiye kadar olmayan bir ozmosun havası hakim olmaya başlıyordu. Gerçekte batıyla ilişkiler sadece Osmanlılar için değil fakat, daha doğuda İranlılar için de bu devirde artmıştır.Batıda 14. ve 15. Louis devirleriyle doğuda Safavi saltanatının haşmetli mimari ve şehircilik uygulamalarının aşağı yukarı eş zamanlı bir örneğini İstanbul'da Lale devrinde buluyoruz. Yüz yılın bu ilk çeyreğinde büyük imar hareketi Kağıthane'de Sâdâbâd kompleksinin temelinin atılmasıyla başlıyordu. Kağıthane deresinin mecrası değiştirilmiş ve Halicin doğu yakasında baruthaneye kadar uzanan mermer rıhtımlar yapılmış ve bu yeni suni kanal etrafına bahçeler,havuzlar,küçük köprüler arasına kasırlar yerleştirilmiştir. Ayrıca, çevreye diğer devlet büyüklerinin yaptıkları köşk ve kasırların batıya bahariye sırtlarına kadar çıktığını A. Refik bey belirtiyor. Alibeyköyü yakında başka bir kasr-ı hümayun , hüsrevabad vardı. Halicin iki yakasında da saray mensuplarına ve diğer devlet erkanına ait başka köşkler inşa edilmişti. Yüzyılın diğer iki karakteristik gelişmesinin de şehir tarihi ve fizyonomisi açısından önemi büyüktür. Bunların birisi Lale devrinden itibaren Türk bahçesinde belgelerden edinilen izlenime göre Fransız saray bahçelerinden esinlenen bir mimari düzen fikrinin girmesidir. Şüphesiz İslam uygarlığında bölgenin iklim koşullarının da etkisi altında suyun hakim rol oynadığı büyük bahçe fikri batıdan önce vardı. Osmanlı devrinin ilk zamanlarından itibaren İstanbul çevresine yayılan büyük has bahçelerin varlığı bir gerçekti. Fakat, Sadabad'ta olduğu gibi büyük su kanalları bunların iki tarafını bir birine bağlayan köprüler, bunlar arasına serpiştirilmiş kasırlarla yabancı seyyahlarla Fontainebleau veya Marly'yi hatırlatan bahçe fikrinin İstanbul'a Lâle devrinde girdiği anlaşılıyor. Üzüntüyle belirtmek gerekir ki bu bahçelerinde en ufak bir izi kalmamıştır. Bunun sebebi bahçeleri süsleyen yapıların az ömürlü malzemelerden yapılmış olmasıdır.